6 Şubat 2016 Cumartesi

Blind Dead Serisi ya da Kendi Gerçekliğinden Soyutlanmış Bir Toplumun Hesaplaşması






  Blind Dead serisi kuşkusuz seri korku filmleri arasında bütünlük açısından en etkili yapımların başında gelmektedir. Orta çağın göreceli karanlığını, modernitenin yozlaşmış aydınlığı önünde gözler önüne seren kör ölüler, Amando de Ossorio imzasıyla 1972-1975 yılları arasında Night of the Living Dead‘ın ardından patlayan İspanyol zombi filmlerinin dünya çapında dikkat çekmesine neden olmuştur. 


Franco Dönemi ve Kör Ölüler


  İkinci dünya muharebesine dâhil olmamasına rağmen İspanya iç savaşının bitiminden bir kaç ay sonra başlayan büyük savaş dönemi İspanyol hükümet planlarını derinden sarsmıştır. Bu süreçte Nazi Almanya’sının yanında yer alan ve benzer politikaları izleyen Franco hükümetini dönem koşullarında ülke içi entelektüel yapısını köktenci bir yaklaşımla çürütmeye mahkûm bırakmış ve birçok İspanyol sanatçı dünyanın farklı yerlerinde sanatlarını icra etmek zorunda kalmışlardır. Hükümete yakınlığıyla tanınan Ernesto Giménez Caballero gibi isimlerse hükümet politikalarının öngördüğü şekilde İspanyol Faşist Sanat teorimi üzerinde çalışmalar gerçekleştirmiştir. 1950’li yıllar da ise faşist Franco politikaları liberalleşmeye başlamıştır. Öncelikli hamleler ekonomide gerçekleştirilmiştir. Sinemada gerçekleşecek olan hamlelerin ise daha zamanı vardır. Diktatör Franco’nun ölümüne kadar olan süreçte her sinema seansı öncesi 10 dakikalık belgesel-haber olarak adlandırılan hükümet propagandaları gösterilmiştir. Aslına bakılırsa günümüzde sinema salonlarında maruz kaldığımız seans öncesi reklamlardan pek te farkı bulunmamaktadır. 1975 yılında Franco’nun ölümüyle bu uygulama kalkmıştır. Blind Dead serisini ise zombilere farklı yaklaşımını bir yana koyarak ele aldığımızda 1972-1975 arasında çekilmiş olan bu dörtleme sıra dışı bakış açısıyla Franco döneminin İspanya üzerinde yarattığı tahribatın anlatısı olarak da yorumlanabilir.

  Cathall Tohill ve Pete Tombs ‘‘ Avrupa Seks ve Korku Sineması ‘‘ adlı eserinde İspanyol korku sineması öncesi dönemi şu şekilde tasvir etmektedir:

‘‘ 1950’lerin başında İspanya politik ve kültürel anlamda kendini Avrupa’dan soyutlamış bir ülkeydi. Filmlerin sansürlemesi çok sertti. Politika ve dinle ters düşecek bir şekilde gösterilecek her şeyin yanı sıra seks de tamamen yasaklanmış durumdaydı. İspanya’nın ‘‘ Altın Çağ’’ ı hakkındaki tarihi dramalar veya Rafeal Gil’ın Fatimalı Azize’si gibi dini filmler sürekli kullanılan konulardı. Genç sinemacılar ve ateşli sinema hayranları gazetelerde okudukları çığır açıcı yabancı filmlerin herhangi birini görmeyi ummuyorlardı bile. Bu durum büyük kentlerin çoğunda, altyazılı ithal filmlerin özel bir seyirci kitlesine gösterildiği film kulüplerinin kurulmasına yol açtı. Bu kulüplerin ve bastırdıkları film değerlendirme dergilerinin çevresinde gelişen yeni bir hareket oluştu. Bu İspanyol yeni dalgasının en önemli iki ismi Juan Antonio Bardem ve Luis Garcia Berlanga’ydı.’’
  Tohill ve Tombs’un bahsettiği üzere Amando de Ossorio’nun bu dörtlemesi Juan Antonio Bardem’in şu sözleriyle örtüşmektedir:


‘‘ İspanyol sineması bir soyutlama içindedir. Yalnızca dünyadan değil kendi gerçeklerimizden bile soyutlanmış durumdadır.’’ 


 Gerçeküstücü Atlılar ve Çürümeye Terkedilmiş Toplum


 Franco diktasının İspanyol toplumu üzerinde yarattığı yozlaşmayı serideki birebir ikili insan ilişkilerinde görebilmekteyiz. Serinin başlangıç filmi olan Tombs of the Blind Dead’te (1972) bu durum göz önüne sunulmuştur. Hikayenin üç baş karakteri olan Virginia, Roger ve Betty arasındaki çarpık kadın-erkek ilişki üçgeni, dönemin Avrupa koşullarında dahi uygunsuz olarak nitelendirilebilir. Serinin başlangıcındaki bu durum sadece kadın-erkek ilişkileriyle de sınırlı kalmamaktadır; daha dikkat çekici olan ise Profesör Candal ve oğlu Pedro arasındaki dönemin hükümet politikalarına aykırı aile ilişkisidir. Pedro, entelektüel seviyesi yüksek ve hükümet politikasına boyun eğmiş bir akademisyenin oğlu olarak yaptığı kaçakçılık mesleğiyle, dönem içi İspanya’sındaki sosyal statü zincirinin bozukluğunun göstergesidir. Bu anlatıların karşısında ise kör ölüler yer almaktadır. İlk film özelinde cezalandırıcı konumunda gördüğümüz kör ölüler; Film boyunca toplum etiğine aykırı davranan bireyleri kendi etik kurallarına göre cezalandıran gerçeküstücü atlılar, özellikle finaldeki kör ölülerin yolcuları katlederek, treni işgal etmesi sahnesiyle akıllara iç savaş döneminde Franco karşıtı anarşist-komünist toplulukları getirmektedir.





  Serinin ikinci filmi olan Return of the Evil Dead ya da İspanya’da gösterime giren ismiyle Return of the Blind Dead (1973), başlangıç filmindeki hükümet politikası ve halk çatışmasını 500 yıl önceki bir mit üzerinden aktarmaya devam etmektedir. Yirminci Yüzyılda ikinci karanlık çağını yaşayan İspanya, bu sefer bir aydınlanma dönemi yaşayacak kadar şanslı olmayacaktır.  Kör ölülerin tapınağının bulunduğu bir köyde geçen film, tamamıyla iktidar çatışması üzerine kurgulanmıştır. Belediye başkanı Duncan, nişanlısı Vivian ve onun eski aşkı Jack Marlowe arasındaki ilişki bir önceki filmdeki ikili ilişki anlatısını destekler niteliktedir. Fakat burada gücü elinde tutan başkan Duncan ile dönem toplumuna uygun bir yaşantı sürmeyen Jack Marlowe’un erk çatışması görülmektedir. Aynı ilk filmdeki gibi kör ölüler, yozlaşmış olan toplum bireyleri ve ileri gelenlerini cezalandırdıktan sonra geriye sadece idealize edilmiş en küçük toplum birimi olan aileyi bırakarak, dönem İspanya’sında olması gerekeni sunmuştur.


  Üçüncü film olan Ghost Ship of the Blind Dead ya da Horror of the Evil Dead ise modernitenin temeli olarak nitelendirilen burjuva tabakasını eleştirmektedir. Bu filmde, halk tabakasını eleştirmeyi bir kenara koyan Amando Ossario, günümüz Avrupa’sının Fransız devrimiyle temellerini atan burjuva tabakasını; açgözlülük, tatminkarsızlık, korkaklık ve çarpık ilişkiler zinciri olarak karşımıza sunmaktadır. İlk iki filme tezat olarak kör ölüler, Buñuelvari at sürüşlerini bir kenara bırakarak Uçan Hollandalı mitiyle bütünleşmişlerdir. Eski kıta havzasında Asya kıtası ayrı tutularak ele alındığında, Avrupa’da at sürmek, soyluluğa özgü bir statüdür. Yeni kıta keşifleri döneminde karada işe yaramaz ya da toplum tarafından kabul edilmemiş bireyler, karada kuramadıkları hayatlarını denizlerde kuralsızca, bütün sapkınlığıyla yaşamışlardır. Buradaki burjuvazi eleştirisiyle kör ölülerin konumu denk düşmektedir.




    Night of the Seagulls ismiyle 1975 yılında gösterime giren serinin son filmi, tesadüf odur ki Franco’nun ölümüyle aynı yıla tekabül etmektedir. Serinin bitimi aynı zamanda İspanya için dikta rejiminin düşüşüdür. Diğer üç filme göre Night of the Seagulls’da kör ölülerin hikâyesi ön plandadır. Ossorio bu filmde kör ölülerin tüm geçmişini şiirsel bir dilde gözler önüne sermektedir. Önceki filmlerde karşımıza çıkan toplumsal ve politik eleştiriler dışında bu filmde farklı bir sorunsal sunulmaktadır; hikayenin geçtiği taşralardan birine atanan genç doktor Henry Stein ve eşi Joan Stein ile yerel halk arasındaki iletişimsizlik tasviri, dönem İspanya’sındaki devlet ve halk arasındaki ilişkiyi betimlemektedir. İdealist Doktor Stein, bölge halkını içinde bulunduğu durumdan kurtarmak istese de, halk çoktan kaderine razı olmuştur. İç Savaş döneminde halkın kendi konformist lükslerini bozmamak adına devletin çemberine attıkları sanatçıları, filmdeki kasaba eşrafının kör ölülere sundukları kurbanlar formunda görmekteyiz. Bu durum serinin anlam ve anlatım bütünlüğünü kusursuzlaştırmakla beraber görkemli final sekansına zemin hazırlamıştır.

  Tüm film boyunca, izleyiciye sunulan kör ölüler olarak adlandırılan Tapınak şövalyeleri, yaşadıkları dönemde papalığa ve kraliyete sadakatsizlik göstererek, Hristiyanlık dışı davranışlarıyla yaşadıkları dönemki toplum algısı tarafından reddedilmişlerdir, tıpkı Franco hegemonyasında kabul görülmeyen din ve devlet itaatsizliği gibi. Filmin tarihi göz önüne alındığında, Franco’nun düşüşüyle birlikte artık kör ölülere ihtiyaç kalmamıştır. Ossorio da kullandığı anlatımla üç film boyunca izleyiciyi özdeşleştirdiği kör ölülerle olan bağlarını son filmde silahlara veda edercesine koparmıştır.




Son: Putlaşan İktidarın Düşüşü 

  İspanyol sinemasında Juan Antonio Bardem ve Luis Garcia Berlanga gibi iki isim her ne kadar önemli yer tutsa da, yenilikçi bir cesaretle korku türünü İspanya’da icra etmeye başlayan ilk isimler: Paul Naschy ve Jesus Franco’nun çığır açan yaklaşımlarına nazaran kısa kariyerinde Amando de Ossorio çektiği Blind Dead serisiyle günümüzde dahi izlendiğinde dönem İspanya’sına ayna olmuştur.


32 ve Lord magius/ Haribo extreme culture aittir

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts with Thumbnails